Çevirmen notu: https://www.rand.org/pubs/ perspectives/PE265.html adresindeki İngilizce metnin çevrilmiş halidir. İlk çeviri deneyimim olduğundan ufak yazım hatalarıyla karşılaşabilirsiniz, çeviriyi birebir yapmaya çalıştığımdan bazı cümlelerin anlaşılmasında zorluk yaşayabilirsiniz. Metindeki referans numaralarına ait kaynakçaya orjinal metni içeren linkten ulaşılabilir.
Birleşik Devletler'in (ABD) bir çok yönetimi Orta Doğu’ya
yönelik Amerikan müdahalelerini sınırlamaya çalışmıştır. Önceki müdahalelerin yüksek masrafları, ağır
bir gölge gibi, politika yapıcıların bölgedeki çatışmalara dahil olmanın
getirdiği riskleri nasıl gördüklerini etkilemektedir. “Bu başka birinin savaşı
değil mi?” sorusu söz konusu ihtiyatlılığı açıklayan ortak ve günlük bir dil
haline gelmiştir.
Aynı tartışma ABD Ordusu içerisinde, beklenen senaryolar
dahilinde güç yapısını planlayan Birleşik Devletler Avrupa Komutanlığı (Orj.:
U.S. European Command; Orj. Kısaltma EUCOM) ve Birleşik Devletler Pasifik
Komutanlığı (Orj.: U.S. Pacific Command; Orj. Kısaltma: PACOM) tarafından da
yansıtılmaya başlanmıştır. Özellikle, stratejistler ve analistler ordunun odağının
Kuzey Kore’nin çöküşüyle oluşacak
ihtiyaçların karşılanması ve Rusya saldırganlığını caydırmaya ya da
mağlup etmeye yönelik hazırlıkların, olması gerektiğini tartışmaktadırlar. Bu tartışma
söz konusu ihtimallerin ortaya çıkaracağı büyük meydan okumalara karşı verilen
mantıklı bir cevaptır; fakat sivil politika yapıcıları arasında da öncelik
sırasının bu şekilde olması bir miktar Irak Savaşının (Orj. Kısaltma: OIF1
ve OEF) getirmiş olduğu yorgunluktandır. Irak Savaşı ordunun askeri
eğitim/hazırlık süreçlerini fazlasıyla zorlamış ve bugünkü süreçte ihtiyaç
duyulan temel yetkinliklerden -birleşik operasyon yürütülmesi ve kara
kuvvetleri caydırıcılığı gibi- uzaklaşılmasına sebep olmuştur.
Eğer ki ABD Merkez Komutanlığı (Centcom) sorumluluk alanını (AOR) daraltabilseydi bu
“cevap” planlamayı kolaylaştırabilirdi, ama kolaylaştırmıyor. Dünyada günümüz
itibariyle, oldukça büyük askeri konuşlanmaya sahip sadece üç bölge mevcuttur
ve üçü de Merkez Komutanlığı sorumluluk alanında bulunmaktadır. Bunlardan ikisi
Orta Doğu’da, ordu mensuplarının yerleştiği Irak ve Suriye’de aktif çatışmanın
devam ettiği bölgelerdir. Bölgenin şiddetli aşırılıkları, zarar verici İran
etkisi ve çürüyen rejimleri ABD’nin girişimini gerekli kılmaktadır. ABD ordusunun da dahil olacağı söz konusu
girişim, Irak savaşı kadar büyük istikrar sağlama operasyonlarını andırmasa da
gelecek yıllarda da beklenmelidir. Amerikan askeri harekatlarının IŞİD’i ortadan kaldırmak haricinde Orta
Doğu’daki temel problemleri çözebilmesi için çok ufak bir umut mevcuttur, fakat
burada yeterli tehdit unsurlarının ve diğer 2 güvenlik endişesinin varlığı
ordunun gelecekte her halükarda çağrılması için yeterli gözükmektedir. IŞİD ve
El Kaide’nin güvenli bölgelerinde kalarak ortaya çıkardıkları geniş
istikrarsızlık alanları, ya da partnerlerin
(İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi) askeri
operasyonlara karışarak kendi güvenliklerini tehlikeye düşürmeleri ABD
Başkanını askeri müdahaleler haricindeki ihtimalleri düşünmeye zorlayabilir.
Bununla birlikte ordunun gerekli durumlarla baş edebilmesi için personel
sayısını arttırmaya, eğitime, teçhizata ve güçlü bir duruşa ihtiyaç
duymaktadır. Ayrıca söz konusu ihtiyaçlar gelecekte ABD kara kuvvetinin bölgedeki
potansiyel rolleri bağlamında, ordu liderlerinin gerekli kararları alabilmeleri
açısından hayatidir.
Orta Doğu’da Birleşik Devletler Çıkarlarını Tanımak
ve Korumak
Orta Doğu’da ABD
çıkarlarının klasik tanımı doğal kaynakların serbest dolaşımını garantiye almak;
anahtar müttefiklerle ilişkileri sürdürmek ve Amerikan Ordusunun operasyonel erişimini
garantiye almak amacıyla da müttefikleri dış tehditlerden korumak üzerine
odaklanmaktadır. Bölgesel çevre, bahsedilen çıkarlara yönelik tehditlerin
doğası ve ABD’nin Orta Doğu’daki en yakın partnerlerinin kimlikleri Soğuk Savaş
Dönemindeki “2 Sütun” stratejisinden beri değişmiş olsa da - bölgesel düzenin
korunması ve Sovyet etkisine karşı İran ve Suudi Arabistan “2 Sütun” Stratejisinde köşe taşıydılar- aynı
çıkarlar hala daha önemini korumaktadırlar. O dönemden bu döneme bölgesel güçler
arasındaki ilişkiler de değişmiş durumdadır. İran ve Irak arasında bulunan ve
1980’de bir çatışmaya dönmüş anlaşmazlık çözülmüş ve iki ülke birbirine
yaklaşmıştır. Benzer şekilde farklılaşan tehdit görüşleri dolayısıyla oluşan
döngüsel rekabet, altı körfez ülkesinin arasındaki bağları fazlasıyla zayıflatmıştır.
Bu ilişkiler ABD’nin bölgesel istikrar ve askeri müdahalelere yönelik çabalarını
zora sokmaktadır. Ayrıca söz konusu ilişkiler sıklıkla Washington’ın
kontrolünün dışındadır.
Amerika’nın Orta Doğu petrolüne yönelik bağımlılığının
azalmasına rağmen, ABD hala küresel ekonomi için hayati olan enerji akımının
güvenliğini sağlamaya çalışmaktadır. İşbirlikçilerine yönelik tehditler
açısından iç savaşlar ve şiddetli aşırılıklar, devletler arası savaşları büyük
oranda gölgede bırakmıştır. ABD’nin endişelenmesi gereken muhalif olabilecek
tek devlet İran ise sıklıkla asimetrik taktikler kullanmaktadır. Söz konusu
tehditlerin ortaya koyduğu istikrarsızlık ABD ve ABD’nin Avrupa’daki müttefikleri
için domino etkisi yaratmaktadır. Örneğin, Suriye’deki karışık iç savaş ve
IŞİD’in yükselmesi yığınlarca mültecinin Avrupa’ya akmasına sebep olmuş; iç
ekonomi, politik ve güvenlik sorunlarıyla uğraşan kritik öneme sahip Avrupa’lı
müttefiklerin sorunlarını kötüleştirmiştir. Dahası, IŞİD ve IŞİD benzeri “yalnız kurt” teröristler terörizm
tehlikesini ABD ve ABD’nin müttefikleri için arttırmıştır.
Aynı zamanda, büyük
Orta Doğu’da geleneksel Amerikan çıkarlarının ifadesinde yer almayan yeni
tehditler ortaya çıkmıştır. IŞİD’in yükselişi ve Kürt etkisinin genişlemesi
Amerika’nın çıkarların derinliğini ve bölgede bir yüzyıl önce çizilmiş sınırlar
dahilindeki devlet yapısının korunmasına yönelik bağlılığını sorgulamaya
itmiştir. Birleşik Devletler uzun zamandır Arap Körfez ülkelerinin “çek defteri
diplomasisi”nden kaygılanıyor olsa da bu devletler ancak şimdi geleneksel
güvenlik garantörlerinden bağımsız olarak sahaya asker çıkarmaktadırlar.
IŞİD ve Şiddetli Aşırılık
Bu
yazının yazıldığı zamanda, ABD
tarafından yönetilen bir koalisyon IŞİD’i kendisini halife ilan ettiği
topraklarda geri püskürtmekle meşguldü. Koalisyon güçleri arasında Irak ve
Suriye'de bulunan Amerikan birlikleri (ve U.S Army Rangers) de bulunmaktadır. Fiziksel halifelik yıkıldığı ve potansiyel
olarak yenildiği takdirde, ABD IŞİD’in gerilla harekatı ve oluşacak otorite
boşluğunda ortaya çıkacak diğer aşırı şiddet yanlısı grupların yapacakları için
hazırlanmalıdır. Bu savaşta ordunun rolü, küçük askeri grupların
konuşlandırılmasıyla, işbirliğindeki askeri grupların özgürleştirme ve istikrar
sağlama hususlarında etkili olabilmeleri açısından eğitilmeleri gibi çok yönlü
olacaktır.2
IŞİD
geçtiğimiz yıl kontrol ettiği bölgelerdeki kontrolünü büyük oranda yitirdi ve
halifelik fiziksel anlamda sona doğru ilerlemekte. Bu operasyona bağlı Amerikan özel temsilcilerine göre Kasım
2016’nın sonuna doğru Irak’ta IŞİD’in elinde bulunan yaşam alanlarının yarıdan
fazlası özgürleştirilmiş ve Suriye’de IŞİD kontrolünde olan alanların ise
yaklaşık dörtte biri geri alınmış olacaktır. Operasyonlar Irak ve Suriye’de
IŞİD’in merkezini oluşturan en büyük şehirlerde devam etmektedir.3
Musul, ABD ve ortaklarının sağladığı istihbarat, hava gücü ve danışmanlık
desteğiyle Irak güçleri tarafından özgürleştirilmiş ve IŞİD’in Suriye’deki
merkezine farklı yönlerden ilerleyen Kürt yönetimindeki güçlerle Rakka izole
edilmiştir.
ABD
şuanda IŞİD’in halifeliği yıkıldıktan sonra dünyada uygulayacağı karşı terörizm
stratejisini belirlemelidir.4 Musul ve Rakka’nın özgürleştirilmesinden
sonra da bu bölgede gerçekleştirilmeye devam edecek olan karşı terörizm
operasyonlarının gerekliliği iki önemli faktöre dayanmaktadır: Birinci olarak
IŞİD tehditi IŞİD kontrolündeki bölgenin sağladığı örgüte katılım, eğitim ve
plan yapabilme imkanıyla artmaktadır. Örgüt yeraltına indikten sonra da risk
taşımaya devam edecek ve bölgenin istikrarına yönelik çalışmalar açısından
zorluklar çıkaracaktır.5 IŞİD’in Irak ve Suriye’de yenildikten
sonra Irak’taki El-Kaide gibi daha az
merkeziyetçi bir yönetime doğru evrilmesi muhtemeldir (El-Kaide 2000’lerde batı
Irak’taki yüksek nüfuslu merkezlerden geri çekilmiş olsa da hala önemli bir
güvenlik sorunu oluşturmaktadır.). İkinci olarak, IŞİD belirgin bir şekilde
zayıflatılsa bile, dünyada ortaya çıkmış cihadist gruplardan -barbar olarak
tanımlanmakla beraber- en yenisidir, ve neredeyse kesin olarak yeni bir varis
ortaya çıkaracaktır. Rakka ve Musul geri alındıktan sonra Irak ve Suriye’de
yeni bir politik düzene karar vermek için çatışmaların yaşanması muhtemeldir. ABD kara kuvveti yüksek ihtimalle
Washington’ın uygun gördüğü tarafları desteklemek ve korumak ya da bu gruplara
karşı gelenleri yadsıyacak şekilde davranacaktır. Libya, Yemen ve diğer
ülkelerdeki şiddetli istikrarsızlık da ABD
müdahalesini tetikleyebilir. Şiddetli aşırılık IŞİD’den daha köklüdür ve yönetim boşluklarını hızlıca doldurabilir.
Dolayısıyla ordu kumandanları gelecekte ne olabileceğine yönelik olarak plan
yapmalılar.6
İran
Körfezdeki kaynak dolaşımına yönelik en
öncelikli potansiyel tehdit İran İslam Cumhuriyetidir. İran tehditi asimetrik
bir doğaya sahiptir. Tahran’ın yapabilecekleri hızlı tekneleriyle Amerikan’ın
büyük gemilerini taciz etmek ve Hürmüz Boğazı’nın kapatılması karşısında
muhtemelen devam edemeyecek –fakat
taşınmasında sıkıntı çıkaracak - olan madencilik faliyetlerinden
oluşmaktadır. Son zamanlarda Bab’ül Mendep civarında ABD muhribini de kapsayan
provokasyonlar İran’ın ve İran destekli grupların deniz seferleri için
oluşturduğu riski ortaya koymuştur.
Son yıllarda, özellikle Birleşik
Kapsayıcı Eylem Planı (Joint Comprehensive Plan of Action-JCPOA) müzakereleriyle
Washington’ın İran’ın nükleer silahlara sahip olacağı korkusu azaldıktan sonra
yüksek diplomatik ilişkiler gerektiren deniz vakaları azalmıştır. İki ülke
arasında JCPOA’dan beri ortaya çıkan bu sınırlı yatışmaya karşın, birçok
Amerikan politika yapıcısı bu uzlaşmacı tavra karşı çıkmakta ve karşılaşılan
vakaların sorumluluğunu İran’ın saldırgan tatbikatları, Amerikan gemilerine
yönelik tacizleri ve İran sularındaki Amerikan donanması görevlilerine yönelik
gözaltıları sebebiyle İran’a yüklemek istemektedirler. Amerikan yetkililerinin
İran’a daha caydırıcı karşılıklar vermek istemeleri kara kuvvetlerinin de olaya
dahil olacağı şekilde gerilimi arttırabilir.
Suriye direkt olmasa da ABD ve İran
arasındaki sürtüşmenin gerçekleştiği yer olarak da değerlendirilebilir. İran’ın
duruşu, asimetrik taktikleri ve taşeron olarak kullandığı örgütler; IŞİD’e,
öteki aşırı gruplara ve Suriye rejimine karşı savaşanların olduğu, zaten
yeterince karışık olan bir çatışmayı iyice kötüleştirmiştir. ABD kuvvetleri
IŞİD’e karşı savaşma rolüne devam ettiği sürece İran’ın müdahaleleri Tahran ve
Washington’ın taşeron gruplar üzerinden çarpışmasına sebep olabilir.
Tahran ayrıca Orta Doğu’da bulunan ABD
askeri personelini ve tesislerini tehdit edebilir. Şuanda CENTCOM AOR’a dahil
olan, aralarında Kuveyt Arifjan kampındaki operasyon komuta merkezinin ve
Irak'taki ileri kuvvetlerinde bulunduğu
bölgesel tesislerde 15.000’den fazla askeri personel bulunmaktadır.
18.000’den fazla ordu rezervi ve sivil personel ise söz konusu askeri personeli
desteklemektedir. İran’ın özellikle Irak’taki asimetrik aktiviteleri, ABD
personeli için risk oluşturmaktadır. Tahran Shabab-2 orta menzilli balistik
füzesini geliştirerek ve S-300 (SA-20) uzak menzilli yerden havaya füzelerini
alarak alışageldiği üzere orta ve uzak menzilli balistik füze kapasitesini
arttırmaya çalışmaktadır. Körfez bölgesinde Arfijan kampını da kapsayan birçok ABD
askeri tesisi bu füzelerin menzili içerisindedir.
İran ayrıca Sünni Arap komşularına
karşı ideolojik olarak tehdit oluşturmaktadır. İran rejiminin doğurduğu üç
tehdit unsuru vardır. Öncelikle bir cumhuriyet olarak İran kraliyetin son
kalesi olan Körfez Arap ülkelerine bir tehdit oluşturmaktadır. İkinci olarak bir
devrim devleti olan İran, on yıllardır statükocu bir şekilde sadece tepkisel davranan
komşularının görünüşünü tehdit etmektedir. Son olarak İran Körfezin öteki
tarafında dışlanmış olan Şiiliği (mezhep) üstün tutmaktadır. (Şiilik Bahreyn’de
çoğunlukta, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Yemen’de ise önemli bir azınlık olarak
bulunmaktadır.) Mezhepçilik Körfezin iki tarafında da yoğunlaşmakta ve bölgesel
çatışmayı arttırmaktadır.7
Gerçekten de İran’ı temelde komşuları
için tehlikeli kılan özellik İslam Cumhuriyetinin bu ideolojik mücadeleyi
(cumhuriyet ve kraliyet) Körfez ülkelerinin içten içe korktuğu ve her iç
karışıklıkta suçlayıcı bir tavır takındığı asimetrik bir araçla (mezhepçilik) birleştirmesindedir.
İran’ın ortaya koyduğu bu tehdit komşuları tarafından derinlemesine
içselleştirilmişitr. İran’ın komşuları Irak’taki Sünni rejimin düşmesinden
itibaren sınırlarındaki Şii gelişmelerini takip için isteklidirler.
Birleşik Devletler Hakimiyetinde Değil, Birleşik
Devletler Önderliğinde Bir Bölgesel Güvenlik Düzeni
ABD Orta Doğu’daki
en önemli dış güç olmaya devam etmektedir, fakat günümüzde aralarında uzun
zamanlı partnerlerin de olduğu bölgesel aktörlerin kendi ulusal ve ekonomik
çıkarlarını çoğunlukla Birleşik Devletler çıkarlarından sapacak şekilde tanımlıyor
oluşuyla yüzleşmektedir. Bu yeni bir olgu olmaktan ziyade bölgedeki ABD
çıkarlarını ve politik hedeflerini sıkıntıya sokan sorunlu döngüsel bir
kalıptır. Orta Doğu’da farklılaşan ilişkiler bölge güvenliğinde neredeyse
dominant bir ABD pozisyonundan - Doğu Süveyş’ten 1971’de çekilen Britanya’yla
başlayıp Sovyetler’in Orta Doğudaki varlığının kaybolmasıyla büyüyerek ABD’nin
dış güvenlikten sorumlu tekel olmasına sebep olan sürecin sonucu - kayma
göstermektedir.
ABD Orta Doğu’da
güvenlik garantörü olarak kalmakla birlikte bugün birçok partneri daha yetkin
ve iddialı bir hale gelmiştir. Kendi çıkarlarına, en iyi nasıl ulaşacaklarına
karar vermekte ve diğer aktörlerle birlikte hareket etmektedirler. Bir
zamanların küçük güçleri olan Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri kayda değer ve
giderek bağımsızlaşan askeri oyuncular olmuşlardır.8 Bölgesel istikrarı
daha da karıştırıcı bir şekilde söz konusu aktörlerin öncelikleri o kadar
çelişmektedir ki, devletlerle; Levant, İsrail ve Körfez bağımsız gruplarını
benzer şekilde tehdit eden IŞİD gibi tehditler bile ortak bir tepki verilmesi
için yeterli olmamıştır. Söz konusu ülkelerin birçoğu Birleşik Ortak Görev
Gücü-Doğal Kararlılık Harekâtı’na (IŞİD’e karşı gerçekleştirilen koalisyon
müdahalesi) katılmış olsa da katkıları düşmüş ve bazıları dar görüşlü
gündemleriyle koalisyonu zedelemişlerdir. Bu devletlerin kendi güvenlikleri
için ABD’ye olan bağımlılıkları devam etmesine rağmen, Washington’ın söz konusu
bölgesel aktörler üzerindeki etkisinin 1990-1991 Körfez Savaşı ve günümüzle
kıyaslanmasıyla ortaya çıkan fark çok vurucudur.
Halihazırda kırılgan
bir devlet olan Yemen’de süregelen Suudi -ve Emirlik- tarafından yönetilen
müdahale bölgesel insiyatiflerin ABD için nasıl zorluklar çıkardığına temel bir
örnek teşkil etmektedir. ABD Suudi ve Emirlik çabalarını istihbarat, gözetim ve
keşif; yakıt; ve daha güncel olarak karşı terörizme karşı birleşik baskınlarla sessizce
desteklemiş olmakla birlikte Yemen harekatı ABD çıkarlarını zora sokacak
şekilde bölgesel istikrarı bozmakta, var olan
insancıl krizleri kötüleştirmekte ve El-Kaide’nin dayanaklarını
güçlendirmektedir. Bab’ül Mendep civarındaki provokasyonlar ABD’nin temel
çıkarını zorlayacak şekilde, deniz iletişim hatlarını açık tutmak için
çabalamaya zorlamaktadır. Bölgesel oyuncular aktivizm için eğilim gösterdikçe,
bölgesel istikrarsızlık istenmeyen bir yan ürün olarak ortaya çıkmakta ve ABD, partnerlerinin
yaptıklarıyla, kendi politik hedeflerinin uyuştuğundan emin olmakta zorlanmaktadır.9
Aynı
eğilim ABD’yle ilişkileri evrimleşen İsrail ve Türkiye için de geçerlidir. Arap
Körfez Devletlerinin Yemen Harekatı gibi, Kudüs ya da Ankara’nın ABD’nin
tavsiyesi dışında hareket ederek İran ve YPG gibi öncelikli düşmanlarına
saldırmalarını düşünmek hiç10 İsrail’in İran’ı
vuracağı varsayımının ya da Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki Kürt militanlara
karşı sınır ötesi operasyonlarının alanını arttırmasının oluşturacağı
istikrarsızlık riskinin haricinde ABD’nin müttefiklerine destek vermek zorunda
kalması, ya da müttefiklere yöneltilecek suçlamalar dolayısıyla ABD’nin
potansiyel misilleme hakkı da söz konusudur. Diğer taraftan ordunun Irak’taki ya
da Suriye’deki Kürt güçlerine –IŞİD’e karşı en güvenilir müttefiklerine-
Türkiye’den yapılacak bir saldırıdan –Amerikan güçlerini Orta Doğu’da şimdiye
kadar karşılaştığı diğer ordulardan çok daha kapasiteli bir orduyla karşı
karşıya getirerek- koruması için çağrılmasının düşük bir ihtimal de olsa
mevcuttur. Benzer şekilde Rus askeri müdahalelerinin bölgede genişlemeye devam
etmesi durumunda, özellikle Suriye’deki gerginliğe ve hesap hatası risklerine
bağlı olarak, ABD çıkarlarını ve amaçlarını acil bir şekilde netleştirmeli ve bunları
Moskova'ya açıklamalıdır.11 Rus güçlerinin ABD partnerlerine yönelik
özellikle Suriye’de gerçekleştirdikleri alçak ve caydırıcı eylemler, tipik bir
Amerikan tümeninden daha fazla kapasiteye ve karşılaşmayı önleyecek ikna
kabiliyetine sahip ordu güçlerinin bölgede bulunmasından dolayı olabilir.
Müttefik Yönetimi
Orta Doğu’daki politik düzen Barack
Obama başkanlık koltuğuna oturduğu zamankinden çok farklı gözükmektedir. Tunus,
Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn ve Yemen’deki - üçü iç savaşa dönmüş- popüler
ayaklanmalar bölgeyi değiştirmiştir. Bunlar nadir bulunan fırsatları da
beraberinde getirmiştir. İçlerinden politik değişim sürecini karşılıklı
anlaşmayla yönlendiren Tunus ile daha güçlü ilişkiler kurabilmek için harcanan
efor bunlardan biridir. Fakat daha sık olarak bu karmaşa ABD ve partnerleri
arasındaki ilişkiyi germiştir. Bu daha çok Orta Doğu’daki müttefiklerin ABD’nin
güvenlik sağladığına yönelik azalan inançları ve ABD’nin her tepki ya da
tepkisizliğinden anlam çıkarma eğilimlerinden dolayıdır. Arap yöneticilerin
gözünde Mısır’da Hüsnü Mübarek’in kurtarılması için girişimde bulunulmaması;
Bahreyn’in İnci Meydanı’ndaki göstericileri engellemesinden ötürü
cezalandırılması; Libya’nın 2011’deki iç savaşına savaş sonrası bir plan
kurgulanmadan dahil olunması; Suriye’de Esad rejimine karşı koyulmadan kimyasal
silahlara –kırmızı çizgi olmasına rağmen- izin verilmiş olması; ve en önemlisi
İran’la nükleer bir anlaşmanın gerçekleştirilmesi, topluca aynı günahın kanıtını
oluşturmaktadır: terketmek.
Obama yönetiminin
ikinci döneminde Ankara, Kudüs, Kahire ve Riyad’la olan ilişkilerin gerilmiş
olmasını abartmak oldukça zordur. Türkiye ABD’nin hükümete yönelik darbe
girişimine karıştığını iddia etmiş ve ABD’nin Suriye’deki Kürt güçlerini
desteklemesinden dolayı ihanete uğramış hissetmiştir; ve şuanda ise sınır ötesi
harekatlarını Rusya’yla koordine bir şekilde gerçekleştirmektedir. İsrail
İran’la olan nükleer anlaşmaya açıkça karşı çıkmış ve anlaşmayı Kongrede yenmek
için emsalsiz bir lobicilik faaliyetini üstlenmiştir. Riyad Yemen’de ABD’nin
uyarısına karşın askeri bir müdahaleye kalkışmış ve Washington’un gerginlik
yarattığına inandığı bir şekilde süreci takip etmiştir. Mısır bir önceki
Amerikan yönetimini Müslüman Kardeşleri kollayarak, 2013’teki düzeltici
devrimin haklılığını tanımadığı için suçlamıştır. Söz konusu ilişkiler her
zaman zorlu olmakla birlikte - 1973’teki petrol ambargosu ya da Kuzey Keşif
Harekatı süresinde Türkiye’nin askeri üslere getirdiği sınırlılıklar
hatırlanmalıdır.-, günümüzde Orta Doğu başkentleri ve Washington arasındaki
ilişkilerin olağanüstü derecede düşük bir seviyede olup olmamasından ziyade
gerçekçi olarak bu ilişkiler zayıftır.
Söz konusu partnerlerle işbirliğini çok
daha sağlam bir zemine oturtabilecek müttefik yönetim stratejisini planlarken,
şuandaki yönetim çok ince bir çizgide yürümelidir. Söz konusu müttefikler ABD
çıkarlarına karşı hareket edebildiklerinden koşulsuz destek söz konusu
değildir. Mesela 2012-2013’de Esad’ı devirmek için sarfedilen ilk çabalarda
Türkiye’nin Suriye’deki aşırıcıların büyümesine suç ortağı olduğu bir çokları
tarafından tartışılmaktadır. İsrail Filistin’le ilgili sorununda iki devletli çözüm
sürecini zehirleyecek tek taraflı eylemlerine –yerleşim yerlerinin
genişletilmesi de dahil olmak üzere- devam etmektedir. Kahire’deki yeni rejim
Mübarek’ten daha baskıcı olarak görülecek şekilde muhaliflere yönelik
yasaklarına devam etmektedir. Suudi Arabistan ise İran etkisine karşı olarak
mezhepçilik taraftarlığı yapmaya devam etmektedir. Daha da ötesi Ürdün, Tunus
ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD’nin anahtar güvenlik işbirlikçisi olan ve
ordunun hizmet sunduğu ülkelerle güçlü güvenlik bağları korunmaya devam
etmelidir.
Öte yandan Amerika’nın sağladığı
güvenliğe ilişkin azalan inancın tersine çevrilebileceği belli değildir. Bu
ülkelerin terkedilmişlik algısı bir miktar Amerikan politikalarını nasıl
yorumladıkları tarafından oluşturulsa da öte yandan Amerikan etkisinden
bağımsız yeni bir milliyetçiliği de yansıtmaktadır. Başka bir deyişle Suudi
Arabistan bağımsız eyleme geçebilmenin tadını mı almıştır? Erdoğan yönetiminde
otokratikleşen Türkiye Washington’la yapıcı bir ilişki kurabilir mi? Bu işbirlikçilerin
içe yoğunlaşma sürecinin ortasında olmaları dolayısıyla ABD’nin bölgedeki
geleneksel dış dengeleyeci unsur olamayışı ABD politikalarının düşüncesizliğinden
kaynaklanıyor olabilir.
Birleşik Devletlerin Etki Sınırı
ABD
Orta Doğudaki çıkarlarını korumaya ve ilerletmeye, sadece politika yapıcıları
Orta Doğudaki çıkarların temel değerlerine bağlı kalıp, uygun ve tutarlı
formüller oluşturdukları sürece muktedirdir. Bu demokrasi katalizörü ve
devletler arası ateşkesin sağlanması gibi değişim isteğinin anlaşılmasını
gerektirmektedir. Söz konusu değişimler sonuçta istenir olmakla birlikte
otoriter figürlerin mirasıyla sarmalanmış ve kronik çatışma içerisinde olan bir
bölgeye ABD’nin sunabileceği herhangi bir değişimin sınırlarının ötesinde
kalmaktadır. ABD’nin özgün
fırsatlarlarla potansiyel yanlış maceraları ayırt edebilme becerisi Orta Doğu’daki değişimi yönetebilmesine
yönelik sınırlı becerisi için hayatidir. ABD’nin Orta Doğu’da yükselidiği
zamanlar olmuştur. Fakat bunun sebeplerinde izlenen stratejiler kadar olayların
da etkisi bulunmaktadır. Örneğin, 1990-1991 Körfez Savaşı, Soğuk Savaştan
zaferle çıkmakta olan ABD’nin bölgesel gücünü sağlamlaştırdığı bir dönemdir.
Irakla olan ihtilafta, geleneksel muhalif olan Suriye bile ABD’nin yanında
taraf olmuştur. Bu durumda ABD’ye Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’e sırt
dönmüş olmasının getirdiği ortak çıkarlar yardımcı olmuştur. ABD hedeflerinin
netliği dolayısıyla kazanç sağlamış –Irak’ın Kuveyt’i işgali devam etmemeli- ve
görevlendirilmiş kuvvetin kesin kabiliyeti -hassas silahlarla donatılmış geleneksel
bir güç- Amerika’yı güçlendirmiştir.
2017, sadece tarihsel olarak değil aynı
zamanda bölgede bulunan tehditler ve fırsatlar açısından da 1990’dan fazlasıyla
uzaktır. Çok kutuplu bölgesel çevrede iç savaşlarla ve seküler şiddetle;
devletler arası rekabet ve kontrolsüz bölgelerdeki şiddetli aşırıcılık
dolayısıyla batağa saplanmış olmasının aksine, ABD’nin değişimleme, düzenleme
ve saldırgan rakipler ile iddialı müttefiklerin eylemlerini etkileme kabiliyeti
sınırlıdır. Bu coğrafyada hem çatışma zamanlarında hem de barış zamanlarındaki
güvenliğe yönelik ortak operasyonlarda ordunun ve diğer Amerikan askeri
güçlerinin bulunması, sade fakat anlamlı bir istikrar yaratabileceği gibi
tersine de sebep olabilir.12 Ordu personel, eğitim ve donatım
ihtiyacını giderecek ihtimalleri arttırmak ve ileriye dönük planlamasını ise
riskleri düşürecek şekilde yapmalıdır.
Ordu
ve Sınırlı Askeri Müdahaleler
IŞİD’in
yükselişi - Suriye ve Irak başta olmak üzere sonradan Libya, Afganistan ve
başka yerlerde de bağlı gruplarla devam etmiştir- yeni olmasına rağmen tanıdık
bir zorluk olarak Amerikan savunma politikasının ve özellikle ordu
planlaycılarının karşısına çıkmıştır. ABD’nin 2011’de Irak’tan Afganistan’a
doğru temiz bir yol üzerinde geri çekilerek çıkmasını takiben, bir çok kişi ABD’nin
kontragerilla savaşı yıllarına kesin bir son vermesi için arayışa girmiştir.
Yine de IŞİD bir çok önemli –fakat hayati olmayan- Amerikan güvenlik çıkarını
tehdit etmiştir. Örgüt ABD’ye ve anahtar müttefiklerine doğrudan bir terör
tehtidi oluşturduğu gibi genel anlamda da partnerlerini de istikrarsızlaştırmak
ve devirmek açısından tehdit oluşturmuştur. Bu durum İran’ın etkisini arttırmak
için bir fırsat oluşturmuş; bölgedeki petrol ve gaz akışını bozabilecek bir hal
yaratmıştır.
Bir
kez daha ABD karar vericileri ve savunma planlayıcıları geçmişte
karşılaştıkları soruyla yüzleşmişlerdir: ABD radikal militanların oluşturduğu
uzun ömürlü ve çok yönlü tehditle, kabul edilebilir bir maliyetle nasıl
savaşabilir? Tarihteki askeri müdahalele kayıtlarına bakıldığında, askeri
ihtimallerin ABD’nin en kötü ihtimallerden kaçınması için yararlı olduğu, bazı
durumlarda kademeli gelişim sağladığı ve genellikle partnerlerini
sürdürülebilir bir barışa yöneltmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat en sade
“zaferler” bile büyük maliyetlerle gelmekte ve başarı güvenirliği düşük
olmaktadır. Dahası askeri müdahaleler Orta Doğu’da ortaya çıkmış her çatışmanın
çözümü olmadıkları gibi ordunun da bölgedeki asli görevi değillerdir. Bununla
birlikte Orta Doğu geçmişinde ordunun sınırlı müdahalelere nasıl dahil
olduğunun anlaşılması askeri gücün gelecekte bölgede oluşabilecek ihtimaller
karşısında nasıl kullanılacağının anlaşılması için önemlidir.
Askeri Müdahale İhtimalleri
Tipik olarak IŞİD
gibi düzensiz bir tehditle karşılaşıldığında, ABD bir ya da üç hedefe ulaşmak
için çabalamaktadır. Öncelikli olarak söz konusu tehdit unsurunu bozmayı,
ayrıştırmayı ve mümkünse militanları yenmeyi dener. İkinci olarak kendisini işe
büyük anlamda karıştırmayacak ve yine de istenilen sonuçlara ulaştıracak
partner hükümetleri desteklemeyi ya da bu hükümetleri inşaa etmeyi tercih eder.
Son olarak eğer çatışma ABD’nin maliyetini kabul edebileceği sınırlar
içerisinde çözülemiyorsa; o zaman radikalliği ve şiddeti sınırlı tutarak diğer
ülkelere yayılmasını engeller. Örnekler Ürdün ve Tunus’un; Suriye ve Libya’da
devam eden çatışmalarda güçlendirilmesini içermektedir.
ABD’nin diplomatik
ve büyütme araçları haricinde, söz konusu hedeflere ulaşmak için
kullanabileceği askeri enstrümanlar da bulunmaktadır. Bir uçta Vietnam, Irak ve
Afganistan’da olduğu gibi geniş çapta bir kontragerilla herakatının başlatılması
bulunmaktadır. Ne var ki böyle geniş çaptaki operasyonlar fazlasıyla nadirdir.
Çok daha yaygın olanları, sınırlı ya da hafif iz bırakacak şekildeki
müdahalelerdir. Söz konusu müdahaleler kara saldırıları, hava saldırıları ve
özel operasyon baskınları gibi doğrudan eylem formunda olabileceği gibi partner
güvenlik gücüyle istihbarat paylaşımı, eğitmenlerin ve danışmanların
gönderilmesi gibi dolaylı eylemler de olabilir.13 Doğal Kararlılık
Harekatı (IŞİD Operasyonu) gibi Irak ve Suriye’de devam eden ya da Afganistan
ve Filipinler’de gerçekleştirilmiş olan müdahaleler normu oluşturmaktadır. Bu
operasyon süreçlerinin hepsinde aynı anda ABD 10.000’den az kişiyi bölgede
bulundurmuştur.
ABD’nin Irak ya da
farklı yerlerdeki müdahalelerine yönelik genel bir eleştiri ise basitçe ve en
az maliyetli şekilde çıkarların güvence altına alınması yerine, demokrasinin
götürülmesi ya da tarihsel hataların düzeltilmesi gibi arayışlara yönelik
hırslardır. Başarıyı daha kısıtlı olarak, savaş alanının sonuçlarına bakarak
tanımlasak bile dış askeri müdahalelerdeki başarı kaydı mütevazı kalmaktadır.
1946’dan beri ABD ya da öteki güçler tarafından gerçekleştirilmiş olan, büyük
ya da küçük dört düzineden fazla müdahalenin kayıtlarına bakıldığında, totalde net
bir askeri zafer şansının arttığına dair bir kanıt yoktur. Fakat askeri
müdahaleler yenilgileri önleyebilir. Köşeye sıkışmış bir hükümetin beraberliği
zorlama şansını arttırarak, uzlaşılmış bir pazarlığa ya da fiili olarak
bölüşülerek şiddeti azaltılan kısmen belirsiz bir sonuca ulaşmasını
sağlayabilir.14 Böyle kısmi başarılar bile bir maliyete sahiptir:
Yabancı güçlerin müdahaleleriyle bitirilen savaşlar, yabancı güçlerin
müdahalesi olmadan biten savaşlara kıyasla birkaç sene içerisinde yeniden
başlamaya meyillidir. Irak’ta büyük oranda 2009’da gerçekleştirilmiş olan
çatışmanın IŞİD’in yükselişiyle devam etmesi bir sapma değil normdur. İstikrar
operasyonları çatışma sonrası politik düzeni destekleyebilirler fakat
genellikle uzun dönem bağlılık gerektirirler.
Eğer karadan
doğrudan müdahalenin maddi maliyetleri ve belirsiz sonuçları kabul edilebilir
değilse, ABD’nin farklı alternatifleri de mevcuttur. Hava saldırıları –
sürerlikli istihbarat, gözetim ve keşif; ve nokta atışı yapabilen droneler ile-
militanları bozup dağıtarak onların (propaganda yapma kabiliyetlerini
azaltamasa bile) saldırıya geçme kabiliyetlerini azaltabilir. Bununla
birlikte söz konusu bozma ve ayrıştırma/dağıtma kabiliyetine bile ancak yoğun
harekatlarda ullaşıbileceği gibi, hava saldırıları devamlı olmadığı sürece
etkileri de kısa sürmektedir.
Alternatif olarak ABD ordu vasıtasıyla şiddeti,
çatışmadan etkilenen çevre bölgelerdeki güvenliği arttırarak kontrol altına
alma yolunu da tercih edebilir. ABD güvenlik bölgeleri desteğinin partner
ulusların istikrarını arttırdığına dair bazı kanıtlar mevcuttur.15
Fakat bu etkiler somut gelişmelerin, sürerliğin devam ettiği (aylar ya da
yıllar değil) on yıllar içerisinde fark edildiği kademelerden oluşmaktadır.
Basitçe söylemek gerekirse devletleri taşan şiddetin anlık etkilerinden koruyan
güvenlik bölgeleri desteği kısa süreli ihtiyaçlar için uygun değildir.
Birleşik Devletler Askeri Müdahelelerinde Dikkat
Edilecekler
ABD ve öteki
ulusların geçmişteki askeri müdahalelerine yönelik analizde, anahtar bazı
dersler ortaya çıkmaktadır. Öncelikle belkide en önemlisi, deneyimli danışman
devlet adamlarının ve stratejistlerin başarının nasıl gözükeceğine dair realist
bir bakış açısı vardır.Örneğin bir çok gözlemci, ABD’nin Irak harekatını bir
hezimet olarak adlandırmaktadır. Belirli standartlar açısından, gerçekten de
öyledir. Bununla birlikte, benzer durumlardaki çıktılarla karşılaştırıldığında
ise nitelikli bir başarı olarak düşünülebilir. Tarihsel kayıtlara göre bu şekildeki
kısmi başarılar gayet tipiktir. Söz konusu sonuçlara ulaşmak için ödenen
bedellerin gerekliliğinin sorgulanması ise farklı bir sorudur.
İkinci olarak
partnerlerin dikkatlice seçilmesi önem arzetmektedir. Partner ulusun en azından
görece iyi yönetime sahip olduğu zaman –Yakın
zamanda ilan edilmiş barış anlaşmasına giden süreçteki Kolombiya örneğinde
olduğu gibi- sınırlı ABD yardımı fazlasıyla büyük etkilere sahip
olabilmektedir.16 Bununla birlikte ABD her zaman müttefiklerini
seçme lüksüne sahip değildir; politik gelişmeler, terörizm gibi güvenlik
tehditleri ve insancıl kaygılar sıklıkla partnerlerin seçimini zorunlu olarak
dikte etmektedir. Ayrıca iyi yönetilen devletler genellikle ABD’nin ulusal
güvenliğini etkileyen yerlerde olma eğilimine sahip değillerdir. En zorlayıcı işbirliğine
sahip olan Afganistan, Yemen gibi uluslarda müdahaleyle neyin başarabileceğine
yönelik beklentiler çok daha sınırlı olmalı ve müdahale kararları söz konusu
gerçekçi beklentiler dahilinde alınmalıdır.
Geniş müdahaleler
genellikle daha yüksek başarı şansı içermekle birlike azalan bir verime sahiptirler.
Fazla sayıdaki askeri güç tipik olarak en zorlayıcı durumlarda, sıklıkla daha
küçük müdahaleler başarısız olduktan sonra kullanılmaktadır. Böyle zorlu
durumlarda, geniş müdahaleler partner hükümetin düşmesini engelleyebilir fakat
görece nadir olarak düşük olan bölge otoritesinin üstesinden gelmesini
sağlayabilir. Ta’if Anlaşması’nı kabul ettirmek amacıyla Suriye’nin Lübnan’a
müdahalesi göreceli bir başarıya sahiptir fakat böyle sonuçlar partner
hükümetin son derece güçsüz olduğu durumlarda nadirdir. Çoğunlukla çatışma
sonrası devletler fazlasıyla kırılgandırlar ve yarıdan fazlası tekrar savaşa
dönmektedir. Çatışmanın tekrarlamasını önlemek için somut yardım –askeri ve
sivil – gerekmektedir. Ne yazık ki dış müdahaleciler ve özellikle demokratik
yönetimler açısından uzun süreli geniş operasyonların yapılması çok zordur.
Küçük müdahalelerin yapılması çok daha sürdürülebilir olmaktadır. Örneğin ABD
Afganistan’da 16 yıldır (yarı süresinde ise görece az olsa da) askeri güç
bulundurmaktadır. Özellikle güvenlik anlamında erişilebilecek kısmi ya da
belirsiz çıkarlar açısından ABD’nin gelecekte böyle uzun bağlılıklar göstermesi
tartışmaya açık bir sorudur.
Ordu ve Orta Doğu
Bölgesel
istikrarsızlık ve çatışma sıklıkla ABD liderlerinin Orta Doğu’daki askeri
müdahalelerin getirdiği yükümlülüklerinden diğer önceliklere ya da ABD’nin daha
önemli çıkarlarının olduğu dünyanın farklı bölgelerine çark etme isteklerini
boşa çıkarmıştır. Bu durum hala daha devam etmektedir. 2017’de ordu Orta Doğu
ve Kuzey Afrika’ya bakmaya devam ettikçe, şuanda devam eden müdahalenin
gelecekte de devam edeceğini tahmin etmeli ve ona göre hazırlanmalıdır. Burada
az sayıda askerin IŞİD’in halifeliğini bitirmeye yönelik sağlayacağı destek
gibi kısa dönemli ihtiyaçlar olacaktır. IŞİD’in kalan kaleleri de ele
geçirildikten sonra –ya da daha bile öncesinde-, mevcut deneyim böyle
çatışmalara bu çaptaki geniş bir müdahelenin hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını
gösterse de ordudan Libya, Yemen ya da Arap dünyasında başka bir yere kuvvet göndermesi
istenebilir. Birleşik Ortak Görev
Gücü-Doğal Kararlılık Harekâtı ordu liderliğinin devam etmesi öngörülmektedir.
Bu durum Irak ve Suriye’de IŞİD’in fiziki kalıntılarının temizlenmesi için ordu
rolünün giderek artmasından dolayı kritik derecede önemlidir.
Kuveyt’te Arifjan
kampındaki ordu birimleri İran’ın Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi’ndeki
komşularına baskı yapması açısından caydırıcı ve engelleyici bir role sahip
olmaya devam edecektir. Bununla birlikte Kuveyt’teki personel ve Suriye’yle
Irak’taki yerleştirilmiş birlikler, ABD’nin Orta Doğu’daki tek insan kaynağı
değildir. Bölgedeki Amerikan konsolosluklarında askeri personel ve partner
ordularda kapasite arttırmak için çalışan eğitmen ve danışmanlar hizmet
sağlamaktadır. Gelişmekte olan partnerlerin kendi sınırlarını koruyabilmeleri
on yıllardır ABD için bir öncelik olmuştur. Ordu bu çabalarıyla Mısır ve Suudi
Arabistan’daki Birleşik Devletler Ordu Eğitim Görevleri gibi operasyonlarda
kritik bir rol üstlenmektedir. Ordunun söz konusu eylemlere devam edeceğini
düşünmek doğru gözükmektedir. Bununla birlikte son zamanlarda görüldüğü üzere ABD’nin
partnerlerinin askeri kabiliyetlerini arttırma çabaları riskler ve zorluklar
içermektedir. Beyaz Saray’ın partnerlerinin kapasitesini arttırmak için
karşılaşılan zorlukları karşısında nasıl yöntemler seçiyor olduğu bölgedeki
ordu personelinin ihtiyaçlarını da etkilemektedir.
İsrail Türkiye ya da
Suudi Arabistan gibi büyük partnerlerin
kalkışacağı askeri bir harekatın ABD’yi de hareket etmek zorunda bırakacak
olması ya da ABD’nin bölgede karşılaşacağı büyük terörist bir saldırının
politik olarak askeri bir harekat zorunluluğu getirecek olması her şeye gölge
düşürecek, süreklilik arz eden bir ihtimaldir. Böyle operasyonlar Merkez
Komutanlığın sorumluluk alanında rutin olarak bulundurulan askerlerin
kapasitesini aşar vaziyettedir. Ayrıca ABD, Avrupa’da Rusya’nın saldırgan
tavırlarına karşı caydırıcı bir etki olarak askeri varlığını arttırdıkça,
Avrupa’daki tesisiler ve askeri duruşun Orta Doğu’daki potansiyel
gereksinimleri de göz önüne almalıdır.
Söz konusu riskler
dahilinde ABD stratejisi birkaç esas stratejiye bağlı kalmalıdır. Öncelikle
bölgede tek başına, iki ayrı risk oluşturan İran’a yaklaşımdır. Biri ABD’nin
Orta Doğu’daki temel çıkarlarını zora sokan eylemleri caydırmaya – ve caydırma
başarısız olursa askeri bir operasyon için hazırlığa- yöneliktir. Söz konusu
eylemler nükleer silahların geliştirilmesi, Birleşik Kapsayıcı Eylem Planı
altında sınırlara uyulduğunun gösterişinin yapılması; Hürmüz Boğazı ve Bab’ül
Mendep boyunca sevkiyatın aksatılması; Körfez Arap Konseyi ülkelerinin
egemenliğine saldırılması; bölgedeki ABD güçlerine yönelik saldırganlığın, İran
destekli bağımsız gruplar yoluyla da, sürdürülmesini içermektedir. İran’ı
caydırmak ABD’nin ve partner orduların hava ve füze savunmalarıyla diğer
savunma sistemlerinin geniş yer tuttuğu bir sıra kabiliyeti içermektedir.17
Öteki risk unsuru İran’ın iç değişimlerle ılımlılaşacağına yönelik
uzun dönemli strateji tarafından belirlenmiştir.18 İran’la yapıcı ilişkinin
kurulmasına yönelik en büyük umut ve iyileştirilmiş bölgesel istikrar mollaları
uymak için zorlamaktan değil daha çok İran’ın sosyal baskıyla değişmesine izin
vermekten geçmektedir. Ülkenin tarihi ve temelleri (eğitim seviyesi, kültürel
zenginliği, ekonomik çıkarları) içeriden değişim için bir etki sağlamaktadır.
ABD’nin değişimi cesaretlendirecek kısıtlı kapasitesi olsa da, bu durum
kolaylıkla insanları bayrak etrafında toplamak için İran rejimi tarafından
istismar edilebilir ve yavaşlatılabilir. Sonuç olarak ABD böyle gelip geçici
olabilecek bir ilerleme açısından göstereceği destekte tedbirli olmalıdır.
ABD İran’da içten
bir değişim gerçekleştiremeyecek olsa da bölgesel olarak daha kabul edici bir
çevrenin oluşması için işlevsel bir rol alabilir. ABD Suudi Arabistan ve İran
arasındaki tansiyonu düşürmek için diplomatik girişimlerde bulunabilir. Bu
düşmanca ilişki Suriye ve Yemen gibi bölgelerde kendisini göstermiş, ve söz
konusu ülkelerin istikrarını daha da kötüye götürmüştür. Yakınlaşma için henüz
erken olsa da iki ülke de Körfez’de istikrarın sağlanması açısından önemli
güvenlik unsurları olarak bulunmaktadırlar. Benzer şekilde ABD İran’ın Birleşik
Kapsayıcı Eylem Planı’na sadık kalmasını sağlamalı, en azından Orta Doğu’da
nükleer silahların yaygınlaşmasını engellemelidir.
İran’ı caydırmaya ek
olarak, ordu bölgedeki karşı terörizm operasyonlarında göreve çağrılmayı
beklemeye devam etmelidir. IŞİD en azından “proto-devlet” formundaki haliyle
uzun ömürlü değildir; fakat bir varis oluşumuyla ABD partnerlerini
istikrarsızlaştırmak için kontrol dışı bölgeleri istismar etmeye ve Amerika’ya
yönelik komplolar oluşturmaya devam edeceği beklenmelidir. ABD Özel Görev
Kuvvetleri söz konusu savaşta büyük bir rol üstlenmiş olmalarına rağmen, ordu
genel kuvvetleri de önem kazanacaktır. Özellikle karada aşırıcı gruplarla
savaşması için partner kuvvetlerin yapılandırılmasında rolleri çok önemli
olacaktır. Bölgede
herhangi bir zamanda birden fazla sınırlı operasyonun eş zamanlı yürütülmesi hava
gücüne ve kara eğitim takımlarına fazlasıyla bağlıdır. Bu durum danış-destekle
(orj: advise and assist brigades) birliklerine, ayrıca 2 ve 3 yıldızlı idare
merkezlerine, piyadelere, güvenliği sağlamak için askeri polise ve Ani Müdahale
Birliklerine ve alan lojistik yapılarına yönelik somut ve kalıcı bir talep
oluşturacaktır.
Partner kapasitesi arttırmak, sıklıkla
takdirden uzak ve öğütücü olmasının yanı sıra bir zorluğun daha ortaya
koyulması açısından anahtar bir rol üstlenmektedir: ABD’nin müttefiklerinin
güvenliğine yönelik bağlılığının devam ettiğine ikna edebilmek. Bu yatırım
arkasındaki mantık sadece verilen güvencenin kendisi için değildir. Yemen’de
Suudi yönetimindeki operasyonda Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya’ya
müdahalesinde ve Türkiye’nin Suriye’deki operasyonları bize Amerika’nın
eylemsiz kaldığı durumlarda verdiği mesajın, bölgesel aktörlerin askerlerini
sahaya sürerek Amerika’yı da sınır çatışmalarına çekecek şekilde tehdit
oluşturdukları anlaşılmalıdır. Basitçe söylemek gerekirse, güvenceye yatırım
yapmak sadece duygusal kırılmaları önlemek açısından değil Amerikan çıkarlarına
zarar verebilecek bağımsız girişimlerin oluşmasını engellemek içindir. Orta
Doğu’daki uluslara yayılmış ordu personelinin varlığı 2017 Haziranında Katar ve
Arap komşularıyla arasında olan krizdeki gibi gerilimin ve çatışmanın olduğu
dönemlerde de istikrar sağlayabilmektedir.
Ordu kumandanlığı, strateji kurulması,
planlanması ve görevlerin gerçekleştirilmesinde önemli bir rol üstlenmektedir.
Bölgede önceki müdahalelerin yükünü çeken ordu, politika yapıcıların ABD askeri
müdahalelerinin işlevselliğini ve sınırlılığını anlamalarına yardımcı olacak
şekilde olağan dışı iyi bir konumda bulunmuştur.
Zaman zaman bu durum ordu kumandanlarını, planlanan ordu eylemlerinin
neden üstlenilmemesi gerektiği konusunda açıklamalar yapmak durumunda
bırakmıştır.19 Bölgede somut müdahalelerden kaçınmak çekici olmakla
birlikte mümkün değildir. Dolayısıyla ABD askeriyesi bu tarz ihtimallere
hazırlıklı olmalarıdır. Böyle durumlarda, bölgedeki geçmiş deneyimlerin ve stratejik alanda olmakta olan değişimlerin,
sınırlı askeri müdahaleler ve alçak gönüllü ihtiraslar için lehine olduğu iddia
edilebilir.